ON ÜÇ LİRALIK DÜNYA
ON ÜÇ LİRALIK DÜNYA
"İhsan abi yeter ama be, helak ettin kendini. Kurdun kuşun nasibi veren Allah sizi de aç bırakmaz, üzülme gözünü seveyim. Bir kapı kapanır, başka kapı açılır. Değil mi lan Kadir?"
"Tabii abim sıkma canını sen."
"Doğru diyon Hüseyinim hayırlısı olsun. Hadi ben kalkıyom. Sizin de canınızı sıktım."
"Aman abi ne demek sen iyi ol da. Haydi, selametle."
Hüseyin abi kahveci değil de dert dinleme merkezi sanki. Allah var severek yapıyor bu işi. Kahvecilik zor zanaat. Eh başka türlü de yapılmaz bu iş, çekilmez yani. Bu kahveye her gün bir ton adam gelir, çalışan adamlar pek uğramaz. Ya emekli amcalar ya da işsiz abiler… Ha bir de ben. Eğer o gün işsiz kalmışsa biri, bunu ilk Hüseyin abi anlar. İşsizin ilk işsiz günü başında bir şapka varmış da o şapkayı başından almış, gözlerini yere dikmiş gibi bir hâli vardır. Adımları küçük ve tereddütlüdür. Rengi solmuş, bahtına siyah bir gül düşmüştür sanki. Şaşırma, hüzün hepsi birbirine karışır. Hüseyin abi şöyle açıklar bu durumu: "Ulan adam kapkara geçmiş beee!" İşsiz evli ve çocuklu ise bu durum daha dramatik bir hâl alır. İşsiz baba eve dönerken yol uzar, uzar, garip bir ağırlık çöker üstüne. Tüm bunları düşüne düşüne oturuyordu Kadir, düşünürken çayı soğumuştu.
İhsan için de tıpkı Kadir'in dediği gibi oldu her şey. Yeni tanıştığı bu işsizlik duygusunu tam kavrayamamakla birlikte eve doğru yol aldı. Adımlarını mümkün mertebe küçük tutuyordu. Bir açıklama tasarlamak lazımdı, neye yarardı ama lazımdı işte. Eve girer girmez bir şeyler olduğunu anladı Hatice.
"Hayırdır bu saatte?"
"Yok bir şey avrat."
"İşten mi atıldın len, doğru söyle?"
"Sekiz kişi, az değil. Bi ben dağilim ki. Yaşa göre işte. Güçülmeye mi gidiyomuş ne ağzına tükürdüğümün ocağı. Ben dağilim ki bir tek."
"Aç mısın?"
"Acım valla."
Hatice sofrayı hazırladı, çocuklar okuldan geldi. Hiçbir şeyden haberleri yoktu, olsa da ne değişirdi? Her sabah olduğu gibi bu sabah da saat yedi demeden uyandı İhsan.
"Kakma herif, çocuklar okula gidecek diye uyandım, yat sen."
İşsizliğin ilk günüydü. Yeniden uyumak için başını tekrar yastığa koydu. Bir yandan "oh ulen, uyku yüzü görmüyordum" rahatlığındaydı ama tuhaf bir tadı vardı bu rahatlığın. Ya yarın, ya sonra? Çabuk geçti bu duygu karmaşası. Yeniden uyumalıydı. Sağa döndü, sola döndü. Yok işte, gelmiyor kör olasıca uyku. Olacak gibi değildi. Kalktı, elini yüzünü yıkadı, üstünü başını toparladı. Her şey olacağına varır diye geçirdi içinden, kahvaltısını yapıp tuttu kahvenin yolunu. Her şey olacağına varırdı...
"Hüseyin bana bir çay kap gel, haydi aslanım."
"Hemen abim, nasıl oldun keyifler yerinde mi? Çok kızdı mı yenge?"
"Oğlum keyfimizden mi çıktık sanki? Şerefsiz patron kaç sene çalıştı demedi, emeği var demedi, işte siktir etti bizi. Napalım babamızın dükkânı mı?"
"Tabii öyle abim."
"Tazminat yattı ama deeemi?"
"Yok daha yatmadı da yakın zamanda yatarmış. Öyle dediler."
"Kadir de gelir şimdi, hah geldi bile."
"Selamün aleyküm abiler. Hüseyin abi bir çay alabilir miyim?"
"Vereyim Kadircim."
"Sağ ol abi. Sen nasılsın İhsan abi, daha iyi misin?"
"Şükür, çok şükür aslanım. Allah'ın bugününe şükür."
Günler böyle böyle tekrar ediyordu. Günlerin hepsi aynıydı ama İhsan aynı İhsan değildi. Aldığı tazminat suyunu çekmeye başlamıştı. Yığılıya dağ dayanmaz derlerdi, hakikâtmiş. Paranın büyük kısmıyla bozuk çamaşır makinesi yenilendi. Kadın elinde çamaşır yıkayacak değildi ya. İhsan bir hasar, bir kırık çıkmasın diye diken üstündeydi ama işte şans bu ya sanki bütün bozuk eşyalar İhsan'ın işsizliğini bekliyordu.
"Kırık kapı kolları mı dersin, bozuk televizyon mu dersin, avradın laf sokması mı dersin... Vay anam vay! Bu böyle gitmez, gitmez de ne gelir elden? Ulan Kadir sen okumuş çocuksun, bir akıl ver bana."
"Akılla olsa abi, dükkân senin. Hoş okumakla akıllılık mı ettik delilik mi onu da Allah bilir ya."
"Deme öyle koçum, deme. Akıllı adamsın. Okumuşsun. Bugün olmazsa yarın olur. Allah bir kapı açar."
"Ne bileyim abi, ümidim kalmadı artık. Kaç sene oldu, hâlâ atanamadık. İş desen…"
"Allah büyük ulan, gören de üç çocukla işsiz kaldın sancak benim gibi. Gez, toz, hayatını yaşa. Bizim gibi olsan ohoo."
"Eyvallah abi, öyle olsun. Yaşayalım bakalım hayatımızı."
"Ulan Kadir, İhsan abi haklı valla bak. Bizim gibi çoluk yok çocuk yok. Bekar adamsın. Doğru ya ne zaman evlencen, yok mu birileri?"
"Yok be abi."
"Olur olur. Genç adamsın. Senin bi kız vardı ne oldu o?"
"Ooohooo, beş sene oldu ona abi."
"O olmazsa başkası olur be, sıkma canını."
"Tabi Kadir'im. Olsun, gençsin daha. Bak bize. İhsan abinin üç, benim iki çocuk var. Gözümüz geçim sıkıntısından başka bir şey görmez oldu. Artık bize yapacak bir şey yok. Bakma eskiden az çok okurdum ben de senin gibi olmasa da. Yengenle tanıştığımız günden beri bir tek elektrik, su faturası okuyom hehehehe. Nerelere geldik işte..."
"Yapma be abi, ne alakası var şimdi yengeyle?"
"Âh koçum. Heves mi bıraktılar? Gerçi ne bilecen? Gelmedi ki başına."
"Hüseyin abin doğru diyo Kadir. Hayat mı kaldı bizde?"
"Abi ben katılmıyorum size. Şimdi yanlış anlamayın ama yani olur mu böyle hep karşı tarafı suçlamak? Ev işi nedir bilmezsiniz, kirli çamaşır yüzü görmezsiniz. Her gün önünüze yemek gelir, çocukların ihtiyaçlarıydı, oydu buydu derken. Kolay mı abi be?"
"Kadının görevi oğlum, fıtratı böyle yani bir yerde."
"Ne demek abi kadının görevi? Nerede yazıyor Allah aşkına? Hizmetçi mi kadın, çocuk bakıcısı mı? Hayalleri yok mu, istekleri, arzuları yok mu? İki güzel sözü esirgediğiniz kadınlara yok hevesimi kırdı, yok hayatımı çaldı. Kim kimin hayatını çaldı? Valla haksızlık ediyorsunuz. İsimleriyle seslenmişliğiniz bile yok yengelere."
"Bak sen bizim Kadir'e, lan okulda bunları mı okuttular size?"
"Abi tamam neyse ya, kalbinizi kırdıysam kusura bakmayın. Anlatamadım ben kendimi."
Kadir ellerini cebine götürdü, uzun uzun düşünür gibi bir hâli vardı. Abilerine veda edip çıktı kahveden. Aklı hâlâ o konuşmadaydı. Tüh, kalplerini mi kırdım acaba? Haksız mıyım, şu kadınlara bak! Bir güzel söze, bir ince dokunuşa hasret kadınlardan ne bekliyor bu adamlar? Sevgisiz bırakılmış bir kalpte hangi anlayış yeşerir? Âh ne diyordu Jung? Herkes anima ve anumusunu arar bu hayatta. Yani ondaki kendini. Bulmak zordur ruhunun aynasını. Ulan ne ruhu? Ekmek olmuş kaç para, asgari ücret desen, ya işsizlik? Ruhmuş. Bu adamlar neden böyle peki? Ne diyordu Erıch Fromm? Yıkıcılık, yaşanmamış yaşamın sonucudur. Yaşanmış hayatları mı var bu adamların? Belki ondan böyle yıkıcılar, öyle ya. Gerçi bizimki de yaşanmış bir hayat değil ama kimseyi yıkmıyoruz. Kimseyi yıkmıyor muyuz? Oğlum Kadir, kendini yıkıyorsun, bundan daha büyük yıkım mı olur? Ellerini cebinden çıkardı, iki beşlikle üç tane bir lira vardı. Toplayınca on üç. Ruhmuş, yıkıcılıkmış! Ruhunun eşini arayacağına iyi bir iş bulsan ya. Erıch Fromm okusan ne olcak sanki, özgürlüğün koşullarını mı sağlayacaksın cebindeki on üç lirayla?
İyi bir iş işte, önemli olan bu, nasıl olacaktı ki? Anne tarafından akrabaları vardı, Ahmet abi. Sürekli kendini öven, kaba, sığ, göbekli bir adamdı. Klasik kasaba zengini işte. Hoşlanmıyordu ondan. Bakar ayarlarız sana göre bir şeyler, benim işyerine uğra demişti. O kadar gururluydu ki cebinde on üç liradan başka para olmadığını bilse de gidemiyordu Ahmet'in kapısına. Âh Allah'ım diye geçirdi içinden, on üç liradan başka param yok ve kimsenin yardımını istemeyecek kadar da gururluyum. Allah'ım, beni neden fakir ve gururlu yarattın, yeşilçam filmi mi çekiyoruz sanki?
Ertesi gün Kadir yine aynı saatte kahvenin yolunu tuttu. Hep aynı cümlelerle; aynı içi geçmiş, geçerliğini yitirmiş inançlarla bakıyorlar, yaşıyorlar ve bundan en ufak bir rahatsızlık duymuyorlardı ama olsun içleri iyiydi en azından. Ya Ahmet abi gibi içleri de kötü olsaydı? Acaba fakir oldukları için mi böyleler, zengin olsalar onlar da mı Ahmet abi gibi olurlar? Acaba insanlar gerçekten inandıkları için mi samimi yoksa fakir samimiyeti mi bu? Sus tamam, saçmalama. Neyse.
"Gel Kadir gel, sana da anlatalım dün olanları."
"Hayırdır abi?"
"Bak şimdi. Sen bilir misin bilmem yıllar önce bizim mahallede bir Mahmut emmiler vardı. Bunlar var ya oğlum yiyecek ekmeğe muhtaçtı lan, öyle bi fukaralık! Geçenlerde bunun oğlanlar gelmiş ama gör ulan altlarındaki arabayı, gendimizi satsak alamayız. Hani o biçim zengin olmuşlar."
"Ulan Hüseyin! Ulan duysun Allah'ım, azıcık da şu İhsan kuluna gülsün bee!"
"İhsan abi, oturduğun yerden duayla olmuyor işte bu işler. Adamlar buraya da uğradılar. Çay vermedim, iki Türk kahvesi yaptım. Sonra neyse dedim nasıl oldu bu sizin zenginlik, para nerden geldi? Büyük oğlan başladı anlatmaya."
"Babamın cebinde on üç liradan başka para yokmuş abi. Düşün. Anamı da bizi de alıp çıkmış yola. Kaçak yoldan Almanya'ya geçmiş ilkin. Sonra babam küçük bir dükkâna giriyor, çırak gibi bir şey düşün, bildiğin çırak yahu… Derken dükkân sahibi de yaşlı adam tabii, işletmesini babama devrediyor. Zamanla babam parasını tuta tuta birkaç tane market satın alıyor. Oradaki marketleri satıp Türkiye'ye dönüyor. Getirdiği paralarla küçük bir peynir fabrikasını devralıyor. İşte oradan buralara kadar geldik be abi. Çulsuz Ali'nin oğlu Mahmut bugünlere böyle geldi işte. Yiyecek ekmeği olmayan Mahmut, cebindeki on üç lirayla yaptı bunları. Allah yürü ya kulum desin yeter ki. Nereden nereye..."
"Yaaa Hüseyin gardaşım, bak sen Allah'ın işine!"
"İhsan abi adam nasıl anlatıyor ama yahu, şöyle yoksulduk, böyle yiyecek ekmeğimiz yoktu. Hani unutmamış geldiği yeri, belli yani."
O sırada Kadir manalı bir gülüş attı masaya.
"Ne o lan, neye güldün?"
"Siktir etsene be abi, neyi unutmamış? Helal parayla zengin olmak harcı mı böylelerinin? Allah yürü ya kulum demiş. Siktirsinler! Bir de inanıyor musunuz? Hem yoksulluktan geldim demek kolay, zor olan yoksulum demektir. On üç lirayla yola çıktım demekte bir şey yok ki, sıkıyorsa cebimde on üç lira var desin bakalım? Diyemez, utanır çünkü. Toplum, yoksulluktan utanmayı öğretiyor insana ama aynı toplum o insanın yoksulluğundan utanmıyor ve yine aynı toplum belirliyor utanacağımız her şeyi. Sonra zengin olunca napıyor toplum? Yoksulluktan gelmeni ödüllendiriyor, yoksulluğunu değil yani. Çevrelerindeki kimse umursamaz geçmişlerini, bakmayın onlar da düşünmez bu kadar ama bizlerin yanına gelince anlatmak tatlı gelir dillerine. Siz sanıyor musunuz ki bu adamlar bizi hâlâ bir görüyor kendileriyle? Geldiği yere niye uğruyor bu adamlar, ne için unutmamak için mi? Hayır, tam tersine iyice unutmak için. Bakın başardım diyor adam. Kime diyor, kendine. Orada bile muhatap aldıkları biz değiliz yani. Biz onların dönmek istemediği geçmişiz abi. Buraya gelip oh diyor işte, oh demek ki gerçekten de çıktık buradan. Biz onların hatırladıkları değil, dönmek istemedikleri yeriz kısacası. Emekçinin sırtından, yetimin boğazından kesip zengin oluyor böyleleri, sonra seni beni aşağılıyor işte. Ağzına bakıtıyor garibanı. Neyse çok konuştum gene, başınızı ağrıttım."
"Doğru dedin ulan, Allah Allahhh. Hiç böyle düşünmedim bak hakikâtten dediğin doğru. Pezevenklere bak sen! Değil mi İhsan abi?"
"He valla Hüseyin amma nasıl zengin olmuş bunlar yav, hâlâ aklım almıyor. İşte Allah yürü ya kulum deyince, hakkâten de...
"Neyse abi. Size iyi günler, ben izninizi isteyim."
"Ne demek koçum, izin senin."
Kadir ellerini cebine soktu yeniden. On üç liraya dokunan sol eli uyuşmuştu sanki. Kağıt paraların altındaki üç liralık demirleri sıktı, sıktı. Ahmet abi geldi aklına, sonra şu can sıkıcı muhabbet, on üç lira ne mevzu olmuştu ama bee! Yürüdü, yürüdü, uzadı eve giden yol. Uğursuz on üç sayısını düşündü, inanmazdı böyle şeylere ama düşündü. On üç rakamı neden uğursuzdu, şimdi daha iyi anlıyordu.
Sevda Altınkaya (2020 yılında yazdığım öyküm, yoksulluğu bir utanç gibi taşıyan çocukluklar için en çok)
Yorumlar
Yorum Gönder