Ida / Kendini Nerede Arayacağını Bilebilir Misin?

Ida / Kendini Nerede Arayacağını Bilebilir Misin? 



Yönetmen koltuğunda Pawel Pawlikowski'nin oturduğu, 2013 Polonya yapımı dramatik bir film olan Ida, hem sanatsal açıdan hem de içerdiği konunun özgün işlenişi bakımından sadeliği ve yakın zamanda çekilmiş bir siyah beyaz film oluşuyla dikkat çekiyor. Bu bağlamda en iyi yabancı film Oscar'ıyla birlikte sayısız ödüle layık görüldüğünü de ifade etmek gerekiyor. 

Atmışların Polonya'sında yaşanmış bir hikâye üzerinden yola çıkan film yolculuklar ve arayışlar içerisinde ilerliyor. Bir manastırda rahibe olmak üzere yetiştirilmiş, yemin etmesine çok kısa bir süre kala kendi gerçekleriyle yüzleşmek zorunda Kalan Ida'nın yolculuğu görünürde sıradan bir şekilde gerçekleşirken hissettikleri ve yolculuğun arka planına dair ağır sorgularıyla izleyiciyi sıkmadan ve konuyu dramatize etmeden dramatize eden yönetmenin başarısı çok açık bir şekilde görülüyor. Yaşayan tek akrabası olan teyzesi Wanda Grus ile görüşmesi üzerine bütün hayatı, inançları ve dünya görüşü üzerine büyük kırılmalar yaşayacak olan Ida'nın üzerinden kişinin inançları, dinlerin kimlik üzerindeki etkisi ve sorgusu yapılıyor. Grus'tan kendisinin bir Yahudi olduğunu öğrenen ve rahibe olacak kadar iyi bir Hristiyan olarak büyüyen Ida ilk gerçeğiyle yüzleşiyor. Daha sonra ailesinin nasıl öldüğüne ve mezarlarının nerede olduğuna ulaşmak için teyzesiyle bir yolculuğa çıkmaları gerekiyor. İki farklı karakter, iki zıt yaşam tarzına ait olduğu görülen bu teyze yeğenin aslında aynı arayışın parçası olduklarına şahit oluyoruz. Kendiyle ilgili gerçekleri öğrenmek isteyen Ida'nın yer yer kararsız ve korkulu tavırlarını gözlemliyoruz. Aslında bu detay hepimizin ortak korkularına, kaygılarına işaret ediyor. Köklerini, ailesini bilmeden büyümüş, gerçek kimliğini öğrenmek üzere yola çıkan insanların bulmaktan yana korkuları vardır çünkü çocukluğunuz boyunca kendinize türlü hikâyeler yazarsınız ve bunların en güzelinin, en yücesinin gerçek olduğuna inanmak istersiniz. Sizi bekleyen gerçekle tanıştığınızda zihninizi yıllardır oyalayan ve dolduran hikâye ölmüş olur. Bu ölüm gerçekleştiğinde yerine koyacağınız gerçek eğer hayal kırıklığı olursa yeniden bir gerçek inşa etmek zorunda kalırsınız, bu hiç kolay değildir. Ida'nın bulduğu gerçekler altından kalkamayacağı kadar büyük ve acı olmasına rağmen onu hep sakin, sükunet sahibi gerçek bir rahibe olarak izleriz. Ailesinin ölümündeki hakikâtlere, kendiyle ilgili daha pek çok gerçeğe normal bir insana göre fazla tepkisiz kalışı filmin ana unsurlarından birini oluşturur. Yönetmen bize Ida'nın bir kimlik arayışında olduğunu dahi anlatmaz. Diyalogların görece az olduğu, ana karakterin duygularının yüzünden okumanın zorlaştığı, sessiz ve durağan geçişlerle bize bir geçişin olup olmadığının sorgusunu yaptıran yönetmen bu şekilde duygu ve düşüncelerimize özgür bir alan yaratmış olur.

Film ilerledikçe Gros'un içinden çıkamadığı acı ve kendini boşluğa bırakmışlık her sahnede içimize işler. Ida sen kimsin dediğinde şu aralar hiç kimseyim demesinden ve daha önce bulunduğu konumdan, yaşantıdan sonra şimdilerde amaçsızca sürüklenmesinden pek çok şeyi yitirmiş ya da tüketmiş bir karakter olduğunu anlarız.

Yolculuk esnasında arabalarına aldıkları müzisyen genç Lis'in sahne aldığı mekân, Ida ve teyzesinin konakladığı otelin hemen altında yer alır. Hayatı manastırda geçmiş olan Ida ilk defa bir erkekle sohbet etme şansı bulmuş ve birinin onu beğendiğini fark etmiştir. Burada güzellik, kadınlık, cinsellik, aşk üzerine yeni bir sorgu süreci onu beklemektedir. Manastırda yalnızca arzu ve isteklerine değil kendi bedenine de uzak bir hayat sürdüğü için bedenini ve güzelliğini de keşfetmeye başlar. İnsan doğasının önemli bir parçası olan cinsellik ötelenmiş ve tabulaştırılmıştır. Tek tanrılı dinlerin kadın cinselliğine dayalı ahlak tanımlarının inanç ve kadın bağlamında yeniden ve en uç noktalarda ele alındığını görürüz. Din, cinsellik ve ahlak ekseninde düşünmeye zorlanan bilincimizin çelişkiye düştüğünü gözlemleriz. İnsanlık tarihi boyunca bu üç konunun birbiri üzerinden ele alınış şekli büyük değişimlere uğrasa da her çağın insanı üzerinde aynı etkiyi sürdürmeyi başarmıştır. Daha doğrusu insanın bütün yaşamı din, cinsellik ve ahlak kapsamında sürekli bir tercih yapma zorunluluğu ve kronikleşen davranışlarla ilerler. Ida'nın büyük bir kimlik kaosunda kalışı ve bu kaosta kendimize ait izler bulmamız da bu sebepledir. Kimliğin ve varoluşun iç içe geçmiş handikapında biz de yerimizi alırız.

Gros'un bulduğu gerçekle mücadele edemeyişi zaten sürüklendiği hayatının sonuna geldiğini gösterir. O artık gerçeğine kavuşmuş, hikâyesini tamamlamıştır. Çocuğunun bir mezarı olduğunda görevini bitirip ölmek için hazır olduğuna kanaat getirir. Henüz yaktığı sigarası masada yarım bir şekilde, taze dumanlar salonda dans ederken pencerelerini açıp içine çektiği havanın tesiriyle pencereden atlar. Odada her şey yarım kalsa da Gros için yol bitmiştir. Bundan böyle Ida kendi gerçeğiyle bir başına kalmıştır. Dışarıdaki hayatı deneyimlemeye teyzesinden kalan sigaralarla başlar. Saçlarını açar, teyzesinin kıyafetlerini giyer ve makyaj yapar. Ardından alkol almaya başlar ve sarhoş olur. Daha sonra Lis'le birlikte olurlar. Tüm bunlar o kadar hızlı bir sürede gerçekleşir ki Ida'nın deneyimlediği bu süreçlerle ilgili neler hissettiğini anlayamayız. Haz mı almıştır pişman mı olmuştur? Büyük ihtimalle her ikisi de değildir. Lis'le birlikte olduğunun sabahında rahibe kıyafetlerini tekrar giyip evden çıkar. Filmin başlarında teyzesinin neleri feda ettiğini bilmen için bunları deneyimlemen gerekir deyişi belirir zihnimizde. Kısa zamanda çok şey yaşayan Ida içki, cinsellik gibi tabuları yıksa da bunlardan uzun süreli bir haz alamayacağını, belki de aradığının bunlarda bulunamayacağını anlar. Dünyada insana zevk veren her ne varsa ömrünü tamamlayıp gittikten sonra insan kendine kalan olabilir mi? sorusuyla baş başa bırakır bizi. Ailesiyle ilgili gerçekleri ararken kendine dair gerçekleri bulmasıyla yeniden bir arayış içine girecek midir yoksa onu bugünlere getiren hikâyeye mecbur mu hisseder, bunu hiçbir zaman anlayamayız. Ida'nın derinliğine işaret eden pek çok ipucu bulsak da bu derinliğin sınırlarında gezinir, tam olarak içine sokulamayız. Son sekans izleyiciye Ida'nın başladığı yere döndüğünü düşündürür ama o artık baştaki insan değildir. Bir son olarak gördüğümüz bu sekans onun için yeni bir dönemin başlangıcıdır. Yaşamında neler değişmiştir, hangi inançları sağlam, hangileri artık işlevsizdir? Bunların hiçbirine cevap bulamayız.

Peki bir buçuk saat bile sürmeyen bu filmi farklı kılan unsurlar nelerdir? Kuşkusuz Ida karakterinin masum ve ne anlattığını anlamadığımız bakışları bizi filmin içine çekiyor. Bununla beraber siyah beyaz oluşuna uygun bir atmosfer ve kurguyla karşılaşmamız, çekim açılarındaki başarısı filmi ayrı bir yere konumlandırıyor. Aslında her birimizin kendi düşünce evrenindeki boşlukları ustaca rahatsız ediyor. Ida'nın sorgusunu içselleştiriyor ve toplumların yaşadığı dramlara dair kimlik gelişimi üzerinden bilişsel ve duyuşsal bir dengesizliğin içine sürükleniyoruz. Filmin sadeliği biraz da Ida'nın davranışsal ve duygusal sadeliğinden ileri geliyor. Duygusal iniş çıkışları olmadığı gibi tam olarak ne hissettiğini de anlayamadığımız ana karakterden tam bir üzüntü ya da sevinç hissi alamıyoruz ancak buna rağmen ona karşı içimizde sıcak bir yakınlık oluşmasına engel olamıyoruz.

Yazıma başlık olarak belirlediğim "Kendini Nerede Arayacağını Bilebilir Misin?" sorusu bana göre filmin ana hatlarını şekillendiriyor. Kendini bir yere ait hissetmemekten daha zoru belki de nerede arayacağını bilememek. Kimlik arayışı dediğimiz sürecin en keskin hâliyle karşılaştığımız bu film, dünya üzerindeki yerimizi ve köklerimizi de sarsıyor. Aslında kısaca şöyle diyor:

Neresidir gerçek evimiz? Köklerimiz mi çocukluğumuz mu?

Sevda Altınkaya 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PERSONA - ŞİİR

Atların Ç’ağına Yetişirsem Beni Orada Karşıla / Şiir

SENİN VE DÜNYANIN İKİZİ- ŞİİR